
Yazan:Hüseyin Örs
“Acem” kelimesini Araplar, Arap olmayanlar için kullanmışken, Osmanlı bunu, Farslar için kullanmıştır. İşte Fars diyarına, İran’a yaptığım bu ilim yolculuğundan bazı anekdotları sizinle paylaşmak istedim.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve İran konsolosluğun düzenlemiş oldukları Farsça kursuna katılmanın bir hediyesi olarak İran’a, Fars diyarına gönderildik. İlk başta herkeste bir tedirginlik, bilinmeyen bir korku vardı. Bu korku havaalanına gidince artmış ve havalanmakla beraber artık korkunun yerini gizemli bir diyara gitmenin sevinci kaplamıştı. Sabah namazımızı İmam Humeyni havaalanında kılmış ve bizi bekleyen hocalarımızla Gürgan’a (İslami literatürdeki Cürcan’a) doğru yola koyulmuştuk. Yolda bize pirinç tarlaları ve yemyeşil dağlar eşlik ediyordu. Oysa bizim zihnimizde İran, çölle özdeşleşmişti. Bizim için her şey çok ilginç ve dikkat çekiciydi.
Yol üstünde kahvaltımızı yaptıktan sonra kaldığımız yerden devam ettik yolculuğumuza ama her saniyemizin kayıt altına alınması da bizi tedirgin etmemiş değildi. Herkes kendince farklı yorumlamıştı bu kamera işini.
Öğleden sonra Hazar denizinin kuzeydoğusunda kalan Gürgan’a vardık ve biraz dinlendikten sonra Farsça seviyelerimizi ölçmek için bizi sınava tabi tuttular. Bu acelelik bizi şaşırtmıştı. Çünkü İranlıların zaman mefhumunun farklı olduğu söylenmişti bize. İlk önyargılar kırılmaya başlanmıştı. Evet, kırk gün geçireceğimiz Gürgan’a varmıştık. Dersler çok yoğun ve hızlı başlamıştı. Gün boyu yapılan derslerin sonunda şehri tanıtma turları düzenliyorlardı.
Gürgan, Gülistan eyaletinin başkentiydi ve bütün güzellikleri barındırıyordu. İnsanı sıcakkanlı, meyvesi bol, kısacası yemyeşil bir bahçede yetişen bir gül gibiydi.
Gürgan, etrafta imamzade kabirlerinin en çok bulunduğu yerlerden biriydi. Merkezinde ise İmamzade Abdullah vardı. Dolaşmaya başlayıp insanlarla muhabbet edince İran hakkındaki yargılarımız bir bir yıkılıyordu. Sünni olduğumuz için hiç dışlanmamış, aksine çok sevilmiştik burada. Gürgan’ın yakınındaki Türkmenbend’e gittik ve oradaki büyük Hanefi âlimleriyle sohbet ettik. Kendisi bizim Türkçemizi anladığı için ona Sünni-Şia sorunlarını sorduk ve kendilerinin burada çok rahat olduklarını ve Havza’nın bizim Sünni kitaplarımızı hiç tereddüt etmeden bastıklarını söyledi. Birkaç arkadaşla beraber oradaki tekkelere gidiyor, insanlarla muhabbet ediyorduk. İnsani ilişkilerimizde hiçbir sıkıntı yaşamadık. Ama şöyle bir gerçek var ki cuce kebap yemekten bir hal olmuştuk. Artık son günlerde adını bile anmak istemez olduk. Etraftaki büyük âlimlerin sohbetlerine katıldık ve feyizlendik.
Etrafımızdaki hocalar çok bilgili oldukları için istediğimiz her soruyu rahatça sorabiliyor ve onlardan cevap alabiliyorduk. Kimi cevaplar zorlama olmakla beraber mantıklı cevaplar da yok değildi. Eğitimizi başarılı bir şekilde tamamladık ve güzel bir yolculuğa çıkmaya hazırlandık. Kırk gün Cürcan’da kaldıktan sonra artık İran’ın diğer gizemli şehirlerini görmek için sabırsızlanıyorduk. İlk durağımız Meşhed olmuştu. Şia’nın sekizinci İmamı Ali Rıza’nın haremine gelmiştik ve vardığımız gece dayanamayıp ziyarete gittik. Sekiz kapılı, günde milyonlarca insanın ziyaret ederek ‘hacı’ oldukları mekâna girmek ve o heyecanı görüp onlarla o duyguları yaşamak çok önemliydi.
İnsanların türbeye dokunabilmek için birbirlerinin sırtlarına binmesi ve o bir anlık duyguyu tatmin etmeye çalışmaları çok dikkatimizi çekmişti. İnsanlar İran’ın en ücra köşelerinden yürüyerek Meşhed’e geliyor ve ‘hacı’ oluyorlardı. Nitekim bu duruma, yol alırken kafileleri görerek şahit olmuştuk. Daha sonra gruptan ayrılıp arkadaşlarla Nişabur’a gittik. Attar’ın ve birçok büyüğün kabrini ziyaret ettik. Oradan uçakla Tahran’a indik ve doğruca Şia’nın merkezi olan Kum şehrine doğru yola koyulduk. Dört saat uzaklığındaki Kum’a varınca buranın manevi merkezi olan Fatıma-ı masumenin haremini görmeye gittik. Şia’nın merkezinde birçok yeri ve merkezi görmemiz, Şia’yı daha yakından tanımamıza vesile oldu. Ondan sonra Sa’d-i Şirazi’nin ve Hâfız’ın diyarına, Şiraz’a doğru yola koyulduk. Birçok medeniyete beşiklik etmiş bu diyardan sonra nısf-ı cihana, Isfahan’a gittik ve dünyanın en büyük meydanı olan nakş-ı cihan meydanına gittik. Isfahan’ın tarihi çarşılarını, Persa-polisi ziyaret ettikten sonra Kum’a geri döndük ve burada da kitap ihtiyacımızı gördükten sonra Tahran’a ve oradan da diyar-ı güzideye, Türkiye’ye döndük.
Gittik ve gördük. Birçok tenakuzu barındırmasına rağmen Şia’yı kendi memleketinde tanıdık. Muta’ nikâhını, yaygınlığını ve sebeplerini sorduk ve kafamıza bir türlü oturtamadığımız cevaplar aldık. Ama bunun yanında Şia olup da muta’dan nefret edenleri de gördük. Halkın ve ABD’nin onlara uyguladığı otuz yıllık ambargodan bıkmış ve doların gelmesini bekleyen insanları görmenin yanında bütün bunlara dayanan bir ekonominin varlığını da gördük. Dinî liderlerine bağlı olan ve taklit merci’lerinin sözlerinden çıkmayanları bir yandan görürken, diğer yandan molla yönetiminden rahatsız olanları da gördük. İran iyisiyle kötüsüyle görülmeye değer bir ülke, vesselam.
Bir yanıt bırakın