
Değerlendiren:İbrahim Ethem Ünal
İstanbul Şehir Üniversitesi Tarih Bölümü hocalarından Engin Deniz Akarlı, farklı kimseler tarafından farklı mânalar atfedilen “Şeriat” ve “Kanun” kavramlarını analiz ederek konuşmasına başladı. Kanun ve şeriat arasındaki ilişkinin anlaşılmasında kanunların hazırlanma sürecinin önemli olduğunu ve kendisinin de bu noktaya yoğunlaştığını belirtti.
Zengin bir birikimin ve doğru yola götürecek davetin ifadesi oluşundan ötürü şeriatı çok yönlü ve zengin bir soyutlama olarak ifade eden Akarlı, bu yolu ya da imtihanı geçebilmek için işareti hukuktan ve dolayısıyla insan ilişkileriyle de bağlantılı olarak daha somut bir kavram olan fıkıhtan aldığımıza değindi.
Akarlı’ya göre Kur’an, sünnet, icma ve kıyas olarak sıralanan ve hukukun temel kaynakları olarak ifade edilen bu dört kaynağın yanı sıra fıkıh kitaplarında üstü kapalı geçilen örf kavramının da fevkalade önemli bir kaynak olduğunu Osmanlı uygulamasına baktığımızda görebiliriz.
Engin Akarlı fıkıh literatürünün uygulamanın içinden ortaya çıktığını ve ardından hüküm çıkarma usullerini belirlemek için usulün geliştirildiğine değinerek fıkhın kısımlarından bahsetti. Fıkhın ilgilendiği alanlarla ilişkili olarak, bu alanların bazılarının çok gelişmiş kaide ve kurallarının olduğuna dikkat çeken Akarlı, ibadat, muamelat, ticari muamelat ve ukubat şeklinde sıraladığı fıkhın kısımlarının sırasıyla kademeli olarak daha fazla dallanıp budaklandığını ve buna bağlı olarak ticarî muamelat kısmının modern hukuk sistemine uyarlanabilme noktasında fıkhın diğer dallarına kıyasla daha elverişli olduğunu vurguladı.
Bu önermeyi ibadat kısmı ile mukayese ederek ibadetin aslında Allah ile kul arasında olmasına karşılık idarecilerin bu konuda getirdikleri bir takım kurallara binaen kadı’nın bu kuralları uygulamak zorunda olduğuna değindi. Örneğin; Cuma günü herkes namaza gideceği için bütün dükkanların kapanması hükmünü bizatihi kadı veremezken bu durum idareciler tarafından kanun haline getirildiğinde kadı bunu uygulamak zorunda kalacaktır. Yani ibadetle ilgili uygulamalar ulu’l-emr tarafından bir tür emre dönüştürülmesi gerekir ki zahirî açıdan toplumsal bağlayıcılığı olsun. Fakat ticaret hukukunda ise ibadat kısmında olduğunun aksine her konu kanunlarla ayrıntılı bir şekilde belirlenir.
Akarlı’ya göre fıkıhta görüşler manzumesinden bahsetmek mümkündür ve buna bağlı olarak bir konuda odaklaşmış, esas alınan belli başlı görüşlerle birlikte aykırı olmasa bile farklı istikamette nitelenebilecek farklı görüşler de vardır. Bunlardan bir tanesi veya birkaçı yoğunluk kazansa bile diğer geri kalan görüşlerin hükmü de geçerliliğini korur. Zamana, mekana ve değişen şartlara göre birbirlerine üstünlük sağlayabilirler. Osmanlı geleneğinde merkezde alınan bir karar ve buna bağlı gerçekleştirilen uygulamalar coğrafî, kültürel ve sosyal açıdan farklı örflere sahip bir toplulukta kabul görmediğinde merkez bu konuda ısrarcı davranmayarak merkezdeki karardan farklı kararlara ve uygulamalara da olumlu yaklaşmıştır. Fakat asıl sorun bu yapının kanunlaştırılmasında ve 19. yy.’da gelişen kıta Avrupası hukuk geleneğine uydurulmaya çalışılmasında ortaya çıkar ki bu durum da ancak şer’î kaynaklı oluşundan ötürü sapma olduğu kabulüyle aşılmaya çalışılmıştır.
Fıkhın kanunla ve devletle olan ilişkisinden bahsederken Akarlı, devletin varlığı gerekli olarak görülse bile fıkhın tüm devletleri aşan bir birikim olduğuna vurgu yaptı. Fakat günümüzde en sekülerinden en dindar olanına kadar farklı görüşlerden insanların temel inancına göre merkezi devlet öncelenmektedir.
Bu inanca göre, merkezi devlet olduğu takdirde şeriat, kanun gibi en önemli görülen değerlerin güvence altında olduğu hissi uyanmaktadır. Akarlı’ya göre Osmanlı devletinde kanunların ve yöneticiler tarafından getirilen düzenlemelerin fıkıhla bir arada götürülmesine özen gösterilmiştir. Bunu görmememizin temel sebebi süreçlere dikkat etmememiz ve tarihi yeterince bilmememizdir.
Konuşmasının nihayetinde Akarlı, toplumda dengeler kurmaya hizmet eden/etmesi gereken kanunun, 19. yüzyıla gelindiğinde toplumda dengeler kurmak yerine kanun marifetiyle insanları istenilen kalıba dökmeye yönelik bir alet haline geldiğine vurgu yaparak günümüzdeki anayasa değişikliği tartışmalarını da bu felsefî değişimi göz önünde bulundurarak değerlendirmemiz gerektiğini tavsiye ederek konuşmasını tamamladı.
Bir yanıt bırakın