
Yazan;M. Bedrettin TOPRAK
Henüz on iki olmamıştı saat, fakat Cumhuriyet tarihinin en uzun gecelerinden birine çoktan girmiştik.
Önce olmaz dediğimiz, sonra olamaz dediğimiz, en sonunda da “gerçekten tüm bunlar oldu mu” diyeceğimiz bir hadise ile karşı karşıyaydık.
Bir darbe girişimi olduğu anlaşıldıktan sonra mescidde toplandık, kısa bir istişarenin ardından hazırlık yaptık (abdest) ve zaman kaybetmeden dışarı çıktık.
O sırada arayan annemdi:
+ Anne darbe oluyormuş, Boğaziçi Köprüsü’nü kapatmışlar, oraya yürüyoruz.
Birkaç saniye sessizlik ve sessizliği bölen annemin tedirgin sesi:
– İçine atlet giydin mi yavrum?
Bir acayip soru, müşterek şaşkınlık, derin suskunluk, anne duası, kapanış…
Annemin eski acılardan bildikleri vardı. Ama bunları aklına getirmek dahi istemeyip olabilecek en kötü şeyin üşütmem olduğuna indirgiyordu korkusunu. Yahut havsalasına sığmıyordu bu toprakların evlatlarına bu kadar kötü davranılabileceği. “Annelerin ideolojileri yoktur, merhametleri vardır” dediği gibi şairin, ideolojisiz ve aldanışsız merhametleri örtecekti o gece buz tutan ülkenin üzerini.
Benimse bildiğim bir şey yoktu. Ne silah tutmuş ne de tank görmüş bir kuşaktık. “28 Şubat’ı bile bilmez bunlar” ithamının muhatabı çocuklardık.
Gecenin içinde ne vardı kestiremiyorduk, ama sonunda ya onur ya utanç kalacaktı, bu kesindi.
Altunizade’ye vardığımızda, çoktan bir kalabalık oluşmuş durumdaydı. Kimi ailesiyle, çoğu terlikleriyle ve tamamı samimiyetiyle gelmiş sade vatandaş seliydi yollar.
Bilinmezlik gerginliği, şaşkınlık öfkeyi artırıyordu. Bir millet, kendine ihanet edenlerle yüzleşmek üzereydi. Ne oluyor sorusuna “ulan” ekleniyordu ara ara.
Cevabı, homurtulu bir tanktan baş gösteren bir üniformalı veriyordu kalabalığa, konuşan ise tetiğine basmaktan içtinab etmediği uzun namlulu silahıydı. Kurşunların üzerimize geldiği o şok anında fark etmiştik ki, tarihimizin en karanlık gecelerinden birinin tam ortasındaydık.
Sonrası mâlum…Geceyi yaran mermiler, F-16 sonik patlamaları, tanklar, toplar, gözyaşı ve nefret nöbetleri refakatinde sabaha kadar süren hengâme…
(Önemsiz not: bu yazı, 15 Temmuz’a dair bir analiz veya bilgilendirme maksadı taşımamaktadır, öyle olsaydı ihtisar edilemezdi.)
Bin yıl süren gece, nihayet aydınlanıyorken son %1’lik şarjımızla aldığımız haberler “başaramadıklarını” teyit ediyordu. Bilançonun ağırlığını ise haber akışına tekrar kavuşunca fark edecektik. İnsanlarımızın parçalandığını, annelerimizin hunharca katledildiğini ağlayarak seyredecektik ertesi gün.
Kendi yaşadıklarımız, sonradan gördüklerimizin vahameti karşısında önemini yitirmişti. Büyük kahramanlıklar, bizim küçük hikâyemizi iyice silikleştirmişti. Yine de onlarla aynı safta bulunmak onur için bize yetecekti. Hayatta kalmış olmamız, şehadet karşısında utanca tebdil olmuştu artık. Yine de aziz bir millete mensup olmak, hayat mücadelemizi diri tutmaya yetecekti.
Bir geceye ne sığabilirdi? Hiç geçmeyecek acılar, haftalarca sürecek uykusuzluklar, rutin sinir boşalmaları, ağlayışlar, bekleyişler. Sayısız kahramanlıklar, kırılmalar, dirilmeler, inanış ve uyanış.
Dilin imkânları dâhilinde anlatması mümkün görünmeyen 15 Temmuz Darbe Girişimini iki kelimeyle özetliyorum ben: Atlet ve şehadet.
O gece orada olan ve köprüye yürüyenler farklı gelir gruplarından ve farklı dünya görüşünden insanlardı. Ortak yönleri ise, hiçbirinin hiçbir hazırlık yapmadan, iradelerine ve vatanlarına sahip çıkma gayesiyle “tıkanıklığı” açma izzetinde buluşmuş olmalarıydı. Para çekmeye veya markete gitme aymazlığı şöyle dursun, atletinin üzerine bir tişört giyme hazırlığı dahi yapmamış adamlar oradaydı o gece. Hepimiz oradaydık ve orası halkın ta kendisiydi. Ve bu manzara, annemin tuhaf bulduğum sorusunu son derece anlamlı kılmıştı artık, o gecenin modası saflık, masumiyet ve samimiyetti.
Ve şehadet; gündelik işlerimiz arasına geceyi titreterek gelen ve sade vatandaşın derecesini Peygamber komşuluğuna yükselten bir imtiyaz. Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref olduğunu yeniden tarihin duvarına çakan bir çivi ya da.
15 Temmuz, bir yönüyle sarılamayacak yaralar açtı hepimizde; başka bir yönüyle ise geriye sarılamayacak bir kasetin “play” butonu oldu biz gençlerde. Uydurma dikotomilerle hasar verilmiş özgüvenlerimize necip bir ruhu hatırlattı bu musibet. Yaz programına konan 06:00 ek dersini de sayarsak, yoğun ama yorulmayan, çalışan ama nümayiş ummayan, dik duran ama hamaset yapmayan insanlar olmaya yeniden sarıldık.
Atletiyle tank kullanan amca kadar samimi, anne duası kadar saf, millet kadar aziz, şehadet kadar âli idi zaman. Ve şehitlerimize rahmet, bizlere gayret düştü o geceden.
Atletiyle tank kullanan amca kadar samimi, anne duası kadar saf, millet kadar aziz, şehadet kadar âli idi zaman. Ve şehitlerimize rahmet, bizlere gayret düştü o geceden.
Samimiyet ille de ille samimiyet